Tuesday, December 30, 2008

Yakın Olsun


ikibinsekiz farklı geçti harbiden..

kendimi çok değerli hissettiğim anlar da oldu,
klozetteki su yerine konulduğum anlar da..

acımasız olduğum anlar da oldu,
acınacak hale düştüğüm anlar da..

yaşadıklarımın muhasebesini yapmayı pek sevmedim oldum olası..
hayatı ve yaşananları anketleştirmek hoşuma gitmedi..

çok güzel ise 5
güzel ise 4
vasat ise 3 gibi..

yaşadığımız en kötü gün, belki de hayatımızın en değerli günü olabilir de ondan.. o gün birçok şeyi daha iyi anlarız.. ya da o gün çoğu şey anlam kazanır..

yaşadığımız en güzel gün ise belki de akıp giden bir kuyruklu yıldızdır.. bin senede bir geçen kuyruklu yıldız..
bilirsiniz, bir daha yaşanmayacağını ve belki de o yüzden hatırlamak bile istemezsiniz, acı verir..

malum, ikibinsekizde bildik hatalarımı tekrarladım; önyargılarımından kurtulamadım..
değer verdiğim bazı insanların sonradan ne kadar sıradanlaştığını gördüm..
ilk bakışta arkadaş bile olamayacağımı düşündüğüm insanlarla ise ne kadar çok şey paylaştığımı..
ne diyelim; önyargıların gözü kör olsun :)

ikibindokuz biraz farklı olsun istiyorum..

adil olsun en başta..

yüzü gülmeyen insanların yüzü gülsün..

hak eden insanlar mutlu olmak için daha fazla beklemesin..

hayatı yalan olan insanlar benden uzak dursun..

ve sevdiklerim yakın olsun...

Tuesday, December 16, 2008

Ökse Otu


Dersu Uzala’yı bilir misiniz?

ben de bilmezdim.. Minecim sayesinde seyretme fırsatı buldum, hem de Hare Beyaz Çikolatalı Mocha Kahve Aromalı Likör eşliğinde :)

Dersu Uzala, ormanda yaşayan, attığını vuran, iz süren, koku alan, sadece ihtiyacı kadar avlanan, yaralı hayvanları kurtaran, saf, temiz bir adamdır.. filmde de haritacı bir Rus Subayı ile olan dostluğu anlatılır.. çok güzel bir film, tavsiye ederim..

ve daha dün, aslında çok da yakınımda bir Dersu Uzala olduğunu farkettim..

Sevgili Ufuk..

93 model Skoda'sı, bagajında her daim mangalı, geçmişte yarışmalara katılabilecek kadar body yaptığı her haliyle belli olan şekli şemali, aramızdaki bir seneyi deviren arkadaşlığa rağmen bana hala zaman zaman "Timur Bey" deme ısrarı, işi gereği Ankara’nın suç haritasını bile çıkarabilecek bilgi düzeyi ile farklı bir adamdır Ufuk..

öyleymiş, yeni tanımışım meğer arkadaşımı..

Beypazarı’ndan Ankara’ya giderken anladım, yanımdaki adamın çağdaş bir Dersu Uzala olduğunu.. onun kadar iyi bir avcı olmasa da en az onun kadar doğayı bilen, gözlüklü ve eğitimli bir Dersu Uzala..

Beypazarı’ndan Ankara’ya giderken, belki de yüzlerce defa önünden geçtiğim, yol kenarındaki bir ağacın yanında durduk.. arabadan indik ve ayakkabılarımıza bulaşan çamuru umursamadan badem ağacına doğru yürüdük.. hedefimiz, badem ağacını kendine konak olarak seçen Ökse Otu'ydu..

öyleymiş.. Ökse Otu’ymuş adı..Yüksek Tansiyon'a çok iyi gelirmiş..

kaynamış suyu bir dakika bekletin ve içine atın.. biraz bekleyin ve sonra da bir bardak için.. hepsi bu..

doktora gideceksin.. sıra bekleyeceksin.. doktor seni muayene edecek.. reçete yazacak.. alacaksın o reçeteyi eczaneye gideceksin.. ilacını alacaksın, düzenli kullanacaksın.. bir de üstüne katkı payı ödeyeceksin..

ne gerek var dostlar :)

bir bardak Ökse Otu Suyu...





* fotoğraf cep telefonumdan..

Saturday, December 06, 2008

Sarı Kanarya


çok değil, birkaç yıl öncesine kadar hayaldi.. sadece yabancı filmlerde olurdu.. biz ise gıpta ederdik, acaba ne zaman Türk İnsanı Helikopter Ambulans'la tanışacak diye..

Havva Teyze mesela.. Beypazarı’nın bir köyünden kalkıp, şehirdeki hastanenin aciline gelmiş.. ve tek istediği ağrılarının biran önce dinmesi..

Havva Teyze, kalp krizi geçirdiğinden habersiz...!

kolajdaki ilk fotoğrafa bakarsanız hastanın ne kadar sıkıntılı olduğunu anlayabilirsiniz.. güçlü ağrı kesicileri bile takmayan bir ağrı.. (tabii, burada bir parantez açalım, doğru bilgilendirme babında.. kalp krizinde ağrı olması şart değildir.. ağrısız kalp krizi de olabilir)

durum acil olduğu için, hemen komuta merkeziyle temasa geçiliyor ve helikopter ambulans Ankara’daki merkezinden kalkış yapıyor.. yaklaşık 100 km ötedeki Beypazarı’na ulaşması sadece 10-15 dk’sını alıyor.. biz de bu arada hastamızı transporta hazırlıyoruz..

helikopter havada göründüğünde, inişini kameraya almaya başlıyorum..
n’apalım, biz alışkın değiliz öyle; pırpır gelecek de hastamızı alıp gidecek :)

bu arada, Havva Teyze’den herşeyi özetleyen bir cümle..

“niye helikopterle gidiyorum? çok mu kötüyüm?”

biz ise, “Allah sizden razı olsun” demesini bekliyorduk :)

günün yorumu ise ambulans şoförü olan, Fenerbahçeli bir ağbimizden geldi.. sarı renkli helikopter ambulansı kastederek,

"işte, sarı kanaryam geldi" :)





* Ankara’da Helikopter Ambulans kullanımı, henüz çok yeni bir uygulama.. helikopter, Ankara’ya uzak olan yerleşimlerdeki acil hastalar için hizmet veriyor.. ancak, bunun için yeterli bir altyapı henüz yok.. Ankara’da sadece iki hastanede helikopterin inebileceği pist var ve bu pistler de sonradan hastane bahçelerine yapılan ve hastaneden kopuk pistler.. halbuki, helikopter pistlerinin hastanelerin çatı katında olması lazım, ki hasta iniş sonrası hemen hastanenin ameliyathanesine ya da yoğun bakım ünitesine alınabilsin..

yani, yapılacak daha çok iş var...!


** fotoğraflar cep telefonumdan..

Friday, November 21, 2008

Ağbi Terörist Kardeşi Şehit


haber bültenlerinde geçen yüzlerce haberden biri..

kendimce düşündüm bir an, Bitlisli anne babanım yaşadığı dramı..

iki oğlunuz var ve birinden belki de hiç haber alamıyorsunuz, ki elinde silah dağlarda dolaşıyor; diğer oğlunuzu ise askere gönderiyorsunuz, ki o da şehit oluyor.. ve belki de ağbisinin sıktığı bir kurşunla..

Türkiye’de yaşayan Kürt vatandaşlarımızın çok büyük bir kısmının, bu ülkeye en az bizler kadar bağlı olduklarından eminim.. bu haber bile bunun en açık kanıtı değil mi?

Bitlisli aile, istese küçük oğullarını, askere değil de dağa gönderemez miydi?

“oğlum ağbin terörist oldu, sen de ol !” diyemez miydi?

kendimize şu soruyu sormalıyız;

acaba, bizler mi daha vatanseveriz, yoksa bir oğlu terörist iken diğer oğlu da şehit olan Bitlisli aile mi?

elbette, terör örgütünün amacının Türkiye’yi bölmek olduğunun farkındayız.. ancak, bu kabul edilemez talep, Kürt vatandaşlarımızın haklı taleplerini görmezden gelmemize sebep olmamalı..

eğer, Modern Dünya’nın bir parçası olmak istiyorsak, ülkemizin ileri bir demokrasi olması için elimizden geleni yapmalıyız..

Kürt vatandaşlarımızın kültürel kimliklerini özgürce yaşayabildikleri, çocuklarına Türkçe eğitim yanında Kürtçe de eğitim verebildikleri özgür bir TÜRKİYE dileğiyle..




Not: Fotoğraf, Çanakkale Savaşları'nın yaşandığı yerlerden birine ait.. Anzak Koyu..

Thursday, November 13, 2008

Hayallerim



Ferrari’nin içi değil, hurdalıkta boyasız kaputun üstü

platinum card değil, 5 ya da 10 kuruş para üstü

fitness center değil, pazar yerinde kasalar

elimde hediye değil, satmak istediğim kasımpatılar

balık lokantası değil, deniz kenarında tabure

marka değil, işportadan iki kazak bir bere

mini etek ve yüksek topuk değil, mavi kot düşük olmayan

sarı saç ve siyah kaş değil, sarışın ya da esmer doğalından

bir gecede “aşkım” değil; gözyaşı, tutku ve sevgi

sofrada jumbo karides değil, tavada hamsi

İnönü’de loca değil, kale arkası, mümkünse boğaza bakan

gelmek için davetiye bekleyen değil, çat kapı bana sarılan

konuşurken “adamım” değil, yürekten “kardeşim”

işte bunlardır, hayallerim...

Saturday, November 01, 2008

Olamaz Mı ?


Semra Hanım’ın sunduğu bir program var, Flash TV’de.. bilmiyorum, dikkatinizi çekti mi?

geçenlerde denk geldi, kısa süreli de olsa seyretme fırsatı buldum.. genelde 50 yaş üstü bayanlar ve 60 yaş üstü bayların katıldığı bir evlilik programı..

yarışmacılar(!), öyle demek geldi içimden, bence çok da eğlenceli bir müzik eşliğinde sırayla çağrılıyor ve seçici bay ya da bayanla görüşüyorlar.. ve ilginç olan, yöneltilen soruların hep aynı olması..

eviniz var mı ?

evet ise, evinizde tek başına mısınız yoksa bakmak zorunda olduğunuz biri var mı?

çocuğunuz var mı?

evet ise, evliler mi ve kendilerine bakabiliyorlar mı?

geliriniz nedir?

yukarıdaki sorulara cevabınız varsa ve seçici bay ya da bayan da size ilgi duyuyorsa sorun yok demektir..

“buyrun sizi şöyle alalım.. siz içerde görüşün, anlaşın..”

aslında bu programın, bence, çıktıları o kadar fazla ki.. her karede hayatı sorguluyorsunuz.. her soru sizi olmadık yerlere götürüyor..

şu an bile, bu satırları yazarken bir anımı hatırladım..

il sağlık müdürlüğündeyiz ve hizmet içi eğitim alıyoruz.. hocamız insan psikolojinden bahsediyor ve bir slide gösteriyor.. slide’da demir parmaklıklarla çevrili bir oyun alanı var ve o parmaklıkların dışında çocuklar var.. çocuklar oyun alanına girebilmek için birilerinden yardım almak zorunda, aksi halde o alana girme şansları yok.. ve çocuklar bunun için ellerinden geleni yapıyor.. yalnız, çocuklardan biri oyun alanına kayıtsız ve o kendi oyununu keşfetmiş ve bir köşede kağıtlarla bir şeyler yapıyor..

hocamızın sorusu şu idi..

arkadaşlar, sizce en sağlıklı davranışı gösteren ve göstermeyen çocuk hangisi?

herkes, oyun alanına girebilmek için herşeyi yapan çocukları sağlıklı tepkiyi veren çocuklar olarak gösterirken, ben kimseyi umursamayan ve kendi oyununu oynayan çocuğu seçmiştim..

yani bana göre en sağlıklı tepkiyi veren çocuk, hoca da dahil herkese göre psikolojik desteğe ihtiyacı olandı :)

halen de o çocuğun en sağlıklı davranışı gösteren çocuk olduğuna inanıyorum!

herkesin gittiği yoldan gitmeyen ve kendi yolunu çizebilen insanları sevdim hep..
yaratıcı ve zeki insanları..

yine daldan dala mı atlıyorum yoksa :)

hayır, hiç sanmıyorum.. Semra Hanım’ın programıyla, demin bahsettiğim o küçük anekdot bence fazlasıyla örtüşüyor..

“ev, araba, düzenli gelir.. bi de fiziği düzgün olsun, tamam” diyenlere inat..

hayat o kadar da basit değil be güzelim..

o çok beğendiğin adam bir trafik kazasında yüzünü kaybederse ne yapacaksın; ya da kolunu, bacağını.. bırakıp gidecek misin?

“belli kalıpların dışına çıkalım” diyorum..

herkes için çok değerli olan bir meta bizim için değerli olmasın mesela.. ya da kimsenin bakmadığı bir şeyi başımıza taç edelim..

OLAMAZ MI?





Not: “bir süre yokum” demiştim, ama şu yasak kanıma dokundu .. yazmaya devam..

Tuesday, October 28, 2008

İki Kelime


“bir süre yokum” derken, “bir süre yokuz” demek varmış..

beyaz zemin üzerine kırmızı bir yazıyla yaşadık birkaç gün..

beni en çok şaşırtan, blogspot’un kapatıldığını farkettiğimde, ki bir arkadaşım haber verdi ve o da bir blogger, hiç şaşırmamam oldu.. yani internet yasaklarıyla o kadar iç içe yaşamaya başlamışız ki, kendi sayfam kapatıldığında bile tepki vermiyorum.. “nasılsa açılır bir gün” umursamazlığı sinmiş üzerime..

asıl sinirime dokunan da bu oldu...!!!

Sunday, October 19, 2008

Friday, October 10, 2008

Lagosun Tabağındayız


Akyaka’dayız.. Azmak kenarındaki sazlıkların arasından deniz kıyısına doğru yürürken, fotoğraftaki bayanla karşılaştık.. etraftaki yüzlerce tatilciyi umursamadan birşeyler yapıyor idi. “birşeyler” diyorum, çünkü ilk bakışta ne yaptığını anlayamadık.. herkes oltanın ucundaki balığı almaya şartlanmışken, bu bayan oltanın ucuna balık takıyordu.. üstelik yüzlerce..

ve tabii, benim gibi yeni yetme bir fotoğrafçı içinse bulunmaz bir nimetti :)

biraz sohbet edince ne olduğunu anlamaya başladık.. Lagos avına hazırlık yapıyordu.. büyük balığı yakalamak için küçük yemleri, ipin ucuna boncuk dizer gibi, oltalara diziyordu.. menüde lagosun en sevdiği sardalye ve tirsi vardı.. hatırlayın, Bozcaada’da "asma yaprağında sardalye" yemiştik.. burada ise sardalyelerimiz yem olmaktan öteye gidememişti..

“şu yaşadığımız hayatta neredeyiz acaba” diye düşündüm kendi kendime..

oltanın ucundaki sardalye miyiz.. ya da oltayı dizen miyiz.. ya da haftasonu küçük kayığını alıp öylesine balığa çıkan mıyız.. ya da bir sardalye bile tutamadan limana dönen balıkçı teknesinde miyiz.. ya da balık lokantasında ortaya gelen büyükçe bir lagosu arkadaşlarıyla paylaşan mıyız.. ya da o lokantanın sahibi miyiz..

nerede olursak olalım, biliyoruz ki, birbirimize göbekten bağlıyız.. balıkçı olmadan balığı tadamayız.. balığı alan olmazsa balıkçıyı bulamayız..

"bütün bunları niye anlatıyorsun" diyeniniz olabilir..

insan, yüzyılın krizini yaşadığını anlayınca, en klasik öyküyü anımsıyor da ondan.. büyük balık ve küçük balığı..

ekonomi hocalarımız altı ay öncesinden söylüyorlardı, merkez üssü ABD olan ekonomik krizin er ya da geç kapımızı çalacağını..

önceden hazırlıklı olsak da, likit kalarak paramızı korumaya çalışsak da krizden kaçma şansımız var mıydı? ABD Merkez Bankası FED’in binlerce kilometre öteden cebimizi karıştırmasına engel olabilir miydik?

ne kaçabildik ne de engel olabildik..

Akya’nın kovaladığı küçük balıklarız çünkü.. ya da Lagos’un tabağındaki minik sardalyeleriz..

ama onurluyuz.. pes etmeye niyetimiz yok..

öyle di mi..

minik sardalye kardeşlerim :)

Friday, September 26, 2008

Edelim...


geçirdiği MI (Kalp Krizi) öncesi, şeker hastası olan anneme, ilacını alması gerektiğini anlatmaya çalışırdım hep..

“anne ilacını aldın mı?”
“evet oğlum aldım.. almaz mıyım.. aşkolsun” der, ama ilacını almazdı..

bir arkadaşından duyduğu “ilaçlar karaciğeri öldürüyormuş” lafı kabusum olmuştu.. annesine ilacını içiremeyen bir doktor oldum yıllarca.. şekerin ne bela olduğunu anlatmak faydasızdı..

ya MI sonrası..

hiç zorlanmıyorum..

nedeni, geçenlerde annemle aramızda geçen şu diyalogda gizli..

“oğlum, ben ölebilirdim di mi ?”
“evet anne, ucuz atlattın !”

farkındaysanız , Şeker Hastalığı’na "Diabetes Mellitus" demiyorum.. hani, “Ramazan Bayramı’na niye Şeker Bayramı diyorlar ?”, diye kürsüden halkı eleştirenlere inat..

neymiş, bazı değerlerimiz erozyona uğruyormuş (!)

kendilerine gelin ve damat olarak işadamlarının çocuklarını seçen.. daha 17 yaşındaki kız çocuğunu, sırf işadamının kızı diye kendine gelin olarak alan.. damadının CEO olduğu holdinge devletin bankasından para hortumlayanların, değerlerin erozyonu'ndan bahsetmesi beni ancak gıdıklar.. gülerim Türkiye’nin ağlanacak haline..

gelin, halkımız Ramazan Bayramı’nın içine etmişken, biz de tıbbın içine edelim..

Diabetes Mellitus değil canım..

ŞEKER HASTALIĞI !!!

Saturday, September 20, 2008

Kaz Dağları

hep gitmek istemişimdir..

adı gibi güzel Kaz Dağları'na..


Sutüven Şelalesi..

Akçay yakınlarında..

"buralarda bir şelale olmalı" diyerek yola çıktık :)
meğer, kıyıya çok da uzak değilmiş.. sahilden 15-20 km kadar içerde.. köylerin içinden geçiyorsunuz..

lakin, sadece sizin olduğunuz, yaban orman alanı içinde keşfedilmeyi bekleyen gizemli bir şelale beklerken, ana-baba-günü dedirten bir insan-jungle'ı içinde buluyorsunuz kendinizi.. kayınvalidesini, gelinini, çocuğunu ve başka bilmem-kimi alıp gelmiş ahali.. milli park içinde mangal yaparken(!) ayaklarını soğuk suda gezdirmenin cazibesine karşı koyamayan biz Türkler var her yanda..

fotoğrafa dikkatli bakarsanız, şelaleye yukardan bakan insanları da görebilirsiniz :)


işte, görmek istediğim Kaz Dağları..

tabii, bu fotoğrafı çekerken, birkaç kişinin kadrajımdan çıkmasını beklemedim değil :)


bikinili hatunlar şelalenin buz gibi sularına kendilerini bırakırken, ben boş duramazdım herhalde :)

insan sudayken, elektriğin e'si kalmıyor, nötrleşiyorsunuz.. ruhunuz dinleniyor.. suda olanlar sadece ayaklarınız bile olsa..


Yeşilyurt Köyü..

Küçükkuyu'ya yakın..

Kaz Dağları'na saklanmış farklı bir köy..

butik otelleri, sanat atölyeleri, kafeleri, canlı müzik dinletileri ile sizi karşılıyor..


sanat atölyelerinden biri..

"dağın tepesinde sanat".. kulağa hoş geliyor di mi..


Yeşilyurt sokakları..

ne güzel, buraya "köy" diyebilmek.. keşke Türkiye'nin her köyü böyle olsa..


hediyelik eşya satan dükkanlar..


köyün orta yerinde bir çay bahçesi var..

biraz soluklanalım..


Manlama..

yöresel bir yemek.. kıymalı gözleme, biraz yoğurt ve biraz da baharat.. harikaydı..

Sevgili Zen'e rakip bir blogger mı çıktı yoksa :)

yok, o kadar da değil.. ben haddimi bilirim.. yemek tarifini ustalara bırakalım..


burası zeytin diyarı.. söylemeye gerek var mı..


köyün çarşısı..


ne güzel di mi..

kaliteli mekanlar..


bu mekanın sahipleriyle tanışma şansımız oldu..

emekli bankacılar.. karı-koca, İstanbul'dan adeta kaçmışlar.. ve bu konağı işletiyorlar..


Kaz Dağları'nın altını oymaya çalışan dallamalara bu afiş..

neymiş, Kaz Dağları'nda 500 milyon dolarlık altın varmış.. o parayla Las Vegas'ta otel yapamazsın..

Las Vegas mı, Kaz Dağları mı?

tabii ki, Kaz Dağları.. rüzgarında, yeşilinde mitoloji var, tarih var..

baba parası yiyen snob'ların kolunu çektiği kumar makineleri kimin umrunda..


Adatepe Köyü'ndeyiz..

burada olma nedenimiz farklı..


Zeus Altarı'na gidiyoruz..

Zeus'un baktığı yerden Edremit Körfezi'ne bakmak için..


Zeus Altarı'ndan körfeze bakıyoruz.. Kaz Dağları'nın havasını soluyarak gün batımını seyrediyoruz..




Güzelim Çanakkale'yi ve biraz da Balıkesir'i anlattım size..

5 posta sığdırmaya çalıştım, yaklaşık 100 fotoğrafla.. dolu, çok dolu bir tatil sonrası..

en güzeli, siz gidin Çanakkale'ye.. ordan Balıkesir'e..

Friday, September 12, 2008

Balık Keyfi


Babakale'ye gidiyoruz..

yolda giderken, rüzgarla çalışan bu su pompası dikkatimizi çekti.. takır takır çalışan bu alet rüzgar hızlandıkça hızlanıyor, yavaşladıkça yavaşlıyordu..

Çanakkale insanı, zaten fazlasıyla varolan rüzgardan nasıl faydalanacağını biliyor..


keçilerle inatlaşmayın :)

yol onların..


Babakale yolu..

trafik yok.. korna yok.. sizi sollamak için selektör yakan zibidiler yok..

denize bakan yamaçlarda gidiyorsunuz.. sizi fotoğraf çekmeye davet eden güzellikte..


Babakale..

sözümü tutarım :)

balık yemek mi istiyorsunuz ?

adresiniz Babakale olmalı.. küçük bir balıkçı kasabası.. Türkiye'nin en batı ucu..

limanda balıkçılardan başkasını göremezsiniz.. ne tur tekneleri ne de lüks yatlar..


Uran Motel'in restoranındayız..

motelin sahibi Mustafa Bey ve aşçımız Ahmet Bey bizi çok iyi karşıladı..

Uran restoranın müdavimi olan doktor arkadaşımızın ismini verince de muhabbetimiz katmerlendi haliyle :)


aşçımız Ahmet Bey, balıkları gösterirken, "barbun yeni geldi, ondan yapıyım" dedi.

"tamam" dedik, aşçı ne derse o :).. ve mezelerimizi seçtik..

deniz börülcesi, deniz fasulyesi.. bunları bilirsiniz.. ya Kayakoruğu :)

meraklısını Babakale'ye bekliyoruz..


evet, artık sertifikalı bir yiyiciyim :)


balık yemeğe devam :)

Çanakkale'den Balıkesir'e geçiyoruz..

Ayvalık'tayız.. önce biraz turlayalım..


Kumru Evi'ndeyiz.. Aquadis..

karşımızda Cunda Adası..

Ayvalık Tostu istiyoruz.. ama, "orjinali olsun" diyoruz.. hani, herkesin kafasına göre içini doldurduğu ve ne olduğu belli olmayan tostlardan değil..

garson beyin yüzünde tatlı bir gülümseme beliriyor.. anlatmaya başlıyor, asıl Ayvalık Tostu'nu..

"tulum peyniri, sucuk, domates ve turşu olur" diyor, başka birşey olmaz.. "ancak tulum peyniri pahalı olduğu için kaşar peyniri tercih ediliyor" diyor..

biz de, "o zaman aslına yakın birşey olsun" diyoruz.. ve geliyor tabii..


Cunda Adası'ndayız..

adayı dolaşırken ilginç bir yapı dikkatimizi çekiyor.. tepedeki yel değirmeni..

gitmeye karar veriyoruz..


Sevim ve Necdet Kent Kitaplığı..

aslında burası bir Şapel.. Koç Vakfı tarafından restore edilmiş..


çok güzel bir mekan.. "iyi ki, gelmişiz" diyoruz..

kitaplığın yanında teras var ve terastaki kafede, Cunda'yı seyrederek, benim gibi cappuccinonuzu içebilirsiniz..


Şapel'in iç kısmı..


liman'a doğru inelim.. balık lokantaları bizi bekliyor..


mezeler :)


siz hiç bu kadar çeşitli mezeyi bir arada gördünüz mü ?

Cunda Adası, gerçek bir meze cenneti..

hatta balık yemeden, sadece mezeleri bile tadabilirsiniz..

biz öyle yapmadık tabii :)


spesiyal mezeler..

bendeniz, sağ tarafta görmekte olduğunuz kalamar şişi tercih ettim..

dikkat ederseniz, kalamarlarımız kesilmiş değil, bir bütün olarak arz-ı endam etmektedir :)

Izgara Levrek ve Kalamar Şiş'im harikaydı..

size, günbatımında Cunda Adası'nı da göstermek isterdim.. lakin, fotoğraf makinemin azizliğine uğradım ve şarjımın olur olmaz zamanlarda bitmesine tekrar tanık oldum.. affola...!



balık keyfi mi ?

Babakale ve Cunda Adası..

Thursday, September 04, 2008

Troia - Apollon - Athena

İpekyolu değil..

benim yolum :)


isterseniz, Troia'dan başlayalım ve güneye doğru inelim..


Troia'ya ulaşım oldukça kolay.. Çanakkale şehir merkezine çok da uzak değil..

antik kente girerken doğal olarak ücret alıyorlar.. 15 ytl.. ilginç olan, Müze Kartı'nın ise sadece 20 ytl olması.. yani tek bir kart alarak, her müzeye o kartla ücretsiz girme şansınız var..

sizce hangisini tercih ettik :)

15 ytl'ye sadece Troia mı, yoksa 20 ytl'ye tüm müzeler ve antik kentler mi?


Troia, gerçek bir kent.. sokakları, amfi tiyatrosu, kutsal mekanları ve diğer yapıları ile zamanının büyük yerleşim yeri..

milattan sonra önemini yitiren, ancak MÖ.3000 yıllarına kadar uzanan bir antik kent..


bu kadar güzel olmasa kendini çekermiydi, bilinmez..

ben mesela, onu değil, arkadaki kilden yapıyı çekiyor idim..
neyse, bana da çok inandırıcı gelmedi bu açıklama :)

bizler, yani insanlar oldukça mekanlar ya da kentler güzel..

Gori ve Şinvali'yi bombalayan Ruslar ve Gürcüler aklıma geldi.. Troia kurulalı 5000 yıl olmuş ve gezegenimizde çok da şey değişmemiş aslında..
kentler, insan saldırganlığına karşı koymaya çalışıyor.. Troia, 3000 yıl dayanabilmiş.. bakalım, Gori ve Şinvali ne kadar dayanacak ?


tarihe tanıklık etmek mi, yoksa tarihi belgelemek mi?

tarihe tanıklık etmeyi tercih ederim..


Troia, üst üste kurulan bir kentler kümesi aslında.. farklı tarihlere uzanan kentler ile ilgili açıklayıcı panolar var, meraklısına..


Troia'yı gezdikçe, kentteki yaşamı az çok anlamak mümkün..


Truva Atı..

fabrikadan çıkmış havası var..

Çanakkale Kordon'da, Truva filminde kullanılan Truva Atı'nı görebilirsiniz.. bence çok daha gerçekçi..


Çanakkale, antik kentler açısından çok zengin bir şehir.. öyle ki, bazen siz bilmeseniz de, ya da hiç hesapta yokken karşınıza bir antik kent çıkabilir..

Gülpınar'daki Apollon Tapınağı gibi.. meğer böyle bir tapınak varmış ve Hollywood filmlerine konu olmuş..

Truva filmindeki, Atinalıların ele geçirdiği tapınak, işte bu Apollon Tapınağı..

aslında Anadolu'da birçok Apollon Tapınağı var.. örneğin, Didim'deki..

Gülpınar'daki Apollon Tapınağı'nı farklı kılan ise, duvarlarında Truva Savaşı'nın betimlenmiş olması..


Gülpınar..

Apollon Tapınağı'nın yanında küçük bir müze var..

müze kartımız da var :)

o halde beklemeden müzeyi gezelim..


Koç Başı..

bu arada, müzede fotoğraf çekerken, tabii ki flaş kullanmadım..


Gülpınar Müzesi'nden Apollon Tapınağı'na bakış..


Athena Tapınağı..

Assos'da..

karşıda Midilli Adası..

Assos, antik bir yerleşim aslında.. ancak şimdilerde, tapınağın bulunduğu tepenin hemen eteğindeki küçük limana Assos deniyor ve tapınağın olduğu köy ise Behramkale adıyla biliniyor..


Behramkale'den Assos'a inen yol..


Behramkale'de, kaleden aşağı doğru inerken dikkatimi çekti.. ilginç bir kaya.. başkaları farketti mi bilmiyorum..


Behramkale'de bir kafede oturuyoruz..

bazı masalar taştan..


Osmanlı Macunu..


Assos beni hayal kırıklığına uğrattı.. daha fazlasını bekliyordum..
küçük bir liman ve 100 metre sahil, hepsi bu..



bitmedi..

Güzelim Çanakkale devam edecek..

ilk olarak küçük bir balıkçı kasabasına, sonra da bir adaya gideceğiz..

balık yemeğe.. :)





Not : Benden önce de Truva'yı keşfedenler varmış :).. Bakın derim..!